Devingenliğin Durağanlığındaki Adam


Öksürüyordu, son zamanlarda öksürüğünün aralığı arttığı gibi şiddeti de artmıştı. Her defasında bir veremli adayı olduğunu düşünmeden edemiyordu. Yoksa her zaman istediği aniden ve acısız ölümden uzaklaşıyor muydu her attığı adımda? Bu ve benzeri gereksiz soruları artık önemsemekten ve düşünmekten vazgeçmeliydi. Ölümün sarsıcı gerçeği bilinmeyen bir zamanda ve bilinmeyen bir zamandan geldiği için etkileyiciydi, edebi metinlerdeki ölümün karalığını kefenin beyazlığıyla harmanlayıp düşünülmeyecek düşünceler heybesine attı. Ölecekti, öldüğü gün bilecekti, bildiği gün rahatlayacak mıydı orası müphemdi. Müphem hayaller heybesiyle düşünülmeyecek düşler heybesinin kesişim kümesiydi ölüm. Vardı veya varlığın farklı bir suretiydi, sarih olan ise bilinmez olmasıydı. Öksürük krizi tuttu, zencefil mi içseydi yoksa zararlı alışkanlıklara mı batmalıydı.

Karar vermenin devrimsel niteliğinden uzaklaşmış bir hayalet adayıydı uzun süredir. Kararları artık devirmiyor, devrilmiyor. Basit eylemlerin sıradan seyrine etki ediyordu. Yemek yememe kararının iç gıcıklayıcı şüphesini duymuyordu artık karar vermeden önce. Kararı sadece yemeği ne zaman yiyeceğini, ilk molanın kaçıncı saniyesinde çayını yudumlayacağını, acı kahvesinin sıcaklığını etkiliyordu. Etkilemiyor olsa da olurmuş, olmasa da olurmuşçasına. İnsan düşünen bir hayvansa, kararın devirici etkisinden uzaklaşan bir insan da düşünmeye meraklı bir hayvandı. Evrimsel devinimlerin kırık bir dişlisi değil yağlanmış bir parçasıydı artık. Belki Darwin’e rahmet okumuyordu ama Darwin’den de bihaberdi.

Yorgunluğunun son teri ortaya koyduğu eseri müjdelemiyor, deliksiz geçireceği bir geceye göz kırpıyordu. Gece olsun istemiyordu, gecesiz olsun da. Yorulmuş olmanın bir anlamı yoktu, yorulmanın anlamsızlaştığı düzlükte niyelerin manası da bir bir tükeniyor. Tükenirken de tüketiyordu. Niye ikiye iki kattığında dört eder, birden biri çıkardığında sıfır olurdu. Bazen ikiden bir çıktığında sıfırlanmaz mıydı? Sıfırlanmazdı, adının ahengi gibi biliyordu. İkiden bir çıktığında ortada kalan sıfırsa iki hiçbir zaman iki olmamıştır. O aslında hep birdi, idraki bunu anlamaya yetiyordu ama duyguların inkarı set çekmişti bir yerlere. Setin önü doluyordu, toprağın tüm susuzluğuna rağmen taşkınlar yaratacaktı set. Bir gecenin titrek bir saatinde veya bir gündüzün güneşli koynunda.

Hikayesinin durağanlığı düşünmeyi bilen zihinler için bir anlam ifade etmiyordu, sonra sigarasından bir fırt çekip dumanını gökyüzüne saldı. Düşünemeyenler için de bir hiçti. Hiçi hiçle çarpıp hiçliğine katmamak için direniyordu. Kedilere mi su vermeliydi, bir köpek başı mı okşamalıydı yokluğuna mana katmak için. Hiçbirine gerek yoktu, varlığını bir başka varlığın üstüne bina etmek istemiyordu. Bir ölü roman karakteriydi, müellifi öldükten sonra değerlenecekti. Katil olma zarureti doğuyordu, önce kendini sonra tüm kendileri öldürmeliydi. Vazgeçti, kararın devirme gücünden gideli çok olduğunu hatırladı.

Hatırlamanın devingen bir yapısı vardı. İzbelerini hatırladı, herkes içinde ve hiç kimsesiz izbelerini. Köşede adeta kendisi için yaratılmış sandalyeyi. Her zaman kırılmaya müsait bir yapısı vardı ama hiçbir zaman kendisi üzerindeyken kırılmayacaktı. O kadar önemsenmeyecekti bir gereksiz sandalyenin tozlu kucağında. Bardağını kaldırışındaki ağırlık tembelliğinden veya fuzuli bir düşünme molasından ibaret değildi. Bardakla münasebetini arttırmaktı amacı, her zaman değer yüklediği içeceğiyle arasında metafizik bir bağ kurmak istiyordu. Yine varlığını varlık üstüne bina ediyordu. İçerisinde meczupların ecinnilerle konuşacağı küflü bir bina.

Zamanın öznelliği üstüne düşünme yetkinliğini kendinde hiçbir zaman görmedi. Bu da bir inkarın yansımasıydı aslında. Zamanın kişiye, olaya veya mekana göre değişkenlik gösterdiğini düşünmüyordu ya da deneyimleri sonrasında zamanın her zaman aynı olduğunu görmüştü. Geçmek zamanın yazgısıydı, her zaman geçiyordu. Her zaman geçecekti. Hızlılığı veya yavaşlığı söz konusu değildi. Durağanlık, durmanın kendiyle alakalı bir kavramdı.

Menzil ve mesafeler fizik ötesi bir haldeydi. Her şey çok uzaktı ya da çok yakın. Bunun hep düşündüğü karar verme yetisiyle alakalı olduğunu öğrenmesi için bir şey yapması da gerekmiyordu. Öğreniyordu, en çabasız öğrenme biçimi hayatı öğrenmeydi. Eli sopalı bir öğretmen değildi hayat, umursamaz bir öğretmen de. Kendine gelineceğinden emin bir ego yığınıydı. Her yolun ona çıktığını görmek için yol almak manasızdı, tek adım atmadan gidilecek tek yerdi. Gidildiğinde amaca ulaşmışlık hissinden bağımsız amaçsızlığın sert bir tokatı olan varıştı.

Kalkıp hazırlanmalıydı artık. Gideceği bir yeri, bir bekleyeni, bir beklettiği olmamasına rağmen.


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir