Görünenin Ardındaki Görünmeyen Kişilik


Bu arada ihtiyar, bütün güvenlik görevlileri ve herhangi bir sebeple uyanan meraklar için, “tifturûnî Halebî bir moruk”tan başka bir şey değildi:
İkindilere kadar berhânesinden çıkmayan, akşamları mendebur bir Karaköy lokantasında, çoğu zaman tek başına ik kadeh rakı içen, sonra da sallana sallana, sarsak evin yolunu tutan varlıklı, bir söylentiye göre de korkunç zenginama komiye veya vestiyere yirmi beş kuruş bahşiş verirken eli geriye giden pinti ve mıymıntı moruğun biri! Sapık mı, ne? çünkü o söylenti de vardı.
Bir vakitler -İsa’nın doğumundan iki yüz seksen yedi buçuk yıl önce- bir “iş”e bulaşmış, ama elleri fena halde yandğı için, köşe bucak, sinmiş.
Daha daha?
Ayda bir, en çok da iki defa, tan gençliğinden beri üyesi olduğu bir kulübe gidip iki seans pokey veya iki buçuk saat bezik oynar, hepsi de kendisine benzeyeyen tifturûnî Halebî’lerle.
Bir de, her yılın belki iki gününde, gene hepsi de beyhûdeleşmiş, hurdaya çıkmış, toplumca “terkîn-i kayıt”ları yapılmış “zevât-ı muhtereme” ile, Meşrutiyet döneminden kalma bir lokantada buluşan bir Meşrutiyet efendisi… ve, üstündeki elbiseler gibi, modası çoktan geçmiş, komikleşmiş bir soyluluğun döküntüsü.
Gerçekten de ihtiyar, bu portreden başka bir şey olmadığını, kendisini tanıyan ve tanıyabilecek olan herkes kabul ettirmek için objektiflere hep bu pozu vermişti.
İstediği alkış değildi. Alkıştan tiksiniyordu, övülmekten tiksiniyordu; çünkü insanlardan tiksiniyor, insanları -diksürüngenleri- solucandan aşağılık görüyordu. (Delikanlı doğru söylemişti: “Sene domuzsun sen! Övülmek istemezsin, çünkü kimse seni senin istediğin gibi övemez. En büyük övgüleri bile küçümseme sayar gibi, buna yeltenenleri nasıl payladığını kaç kere gördüm ben.” Öyle: İhtiyar, övgüyü idrak iddiası sayıyor ve kendisini kavrayabilecek bir kafa tasavvur edemiyordu.)

Tarık Buğra Gençliğim Eyvah S. 88-89


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir